Gizem Bilkay’ın ilk kitabı ya da var olma inadı

Zor olan, çağların en plastiğine, sözcüklerin en naylonuna denk gelmişken şiir yazmak. Şiir, belki de her zamankinden daha büyük, daha kalın bir duvara çarpmayı ve o duvarı yıka döke yeni bir dil kurmayı gerektiriyor artık. Dünyayla ilgili meselenin çözülemeyeceği, çözülme umudunun pek kalmadığı bir dönemdeyiz. Çünkü “Aksayan yerlerine dokunuyoruz dünyanın/ Dokununca aniden koşmaya başlıyor dünya”.

Gizem Bilkay, ilk kitabı ‘Beni Öldürmeyen Şey’ ile bu yıkılmış bir dünyanın içinden çıkıp, enkaza yalınayak basa basa yeni bir dünya arzusunun inşasına girişiyor. Peki bu mümkün mü? Bilemem. Şair mümkün derse, boynu kıldan incedir herkesin. “Senin harabelerini/ Bırakmam ben onlara” dizelerindeki kararlılık, “Yeniden inşa edilir her şey/ İki taş yan yana durdukça” dizelerindeki inanç var oldukça, bu inşa için gerekli malzeme hazır demektir. Dizeler harçtır zaten.

Hem toplumsal hem bireysel anlamda yaşanan çöküşü, sızlanmadan, hatta eğlenceli sayılabilecek bir dille yüzümüze vuruyor Gizem Bilkay. “Trenlerden uzun zamandır bahsedilmiyor şiirlerde/ Rayların işgal edilmemiş yerlerinden” diyor mesela. “rayların bile pek işgal edilmemiş yerleri kalmadı” tespitini, tersinden, soru cümlesiyle, daha naif biçimde söylüyor. Ardından, “Bir urganım olsa, asardım kendimi ne güzel” diyor. Kendini asma isteğinin nedenini, “Önemli insanlar önemli binalara doluşuyor” ve “Sokaktaki ölüleri yine çocuklar topluyor” dizelerinden anlıyoruz. “Ne güzel” ifadesi ise, aslında kendini asmayacağının, urgan bulma çabasına girmeyeceğinin göstergesi. Çünkü, bir başka şiirdeki şu dizeler, insan bitse, uzayan şarkıların arasında bu barbar hayat kısalsa bile, yine de bir öykünün yeniden başlama ihtimalinin olduğunu hissettiriyor bize: “dikilerek yırtıldığı yerin ince izlerinden/ nasıl biter insan, nasıl başlar bir öykü yeniden/ uzayan şarkılarda kısalan barbar hayat”.

Dili yalın ama çarpıcı imgelerle örülmüş şiirler toplamı diyebiliriz ‘Beni Öldürmeyen Şey’ için. Beni öldürmeyen şeyin ne’liği kadar, ölmeme halinden sonra “ben”in ne olacağı üzerine kurulu şiirler. Beni öldürmeyen şey güçlendirir mi, bir çöküşe mi neden olur, ben dağılır mı yoksa parçaları birleşip eskisinden daha mı dirençli hale gelir? Tek başına ne biri ne diğeri söz konusu. Belki hepsi birden mümkün. Kitabın, bir kapanış ayini sayılabilecek son şiiri, şiir öznesinin bunun farkında olduğunu açıkça gösteriyor zaten: “Teslim olmayan/ bir kara parçası/ olmak istedim/ yalnızca.” İstemekle olmak arasındaki kırılgan ilişkiyle karşılaşıyoruz burada. Olmak istemek, hem (henüz) olamadığını hem de olma çabasından vazgeçilmediğini gösteriyor. Kısacası, olma mücadelesinin dile getirilişi diyebiliriz buna. Başka bir açıdan, dile getirmenin başlı başına bir oluş, olma halinin inatla savunusu olduğunu da söyleyebiliriz rahatlıkla.

Beni Öldürmeyen Şey, Gizem Bilkay, 58 syf., Epona Kitap, 2024.

BEKLEMEYİN, BEN ÖLMEYECEĞİM BU YARADAN

Şiirlerde çoğunlukla “ben” dili kullanıldığı halde, ben, bireyin kendi içine kapanmış, kendi meselesi içine gömülmüş hali değil. Herkesi kapsayan bir ayna olarak kullanılmış bu kavram. “Üstünde yürüdüğüm yol yol bana yabancı” dizesi, sadece şiir öznesinin değil, benzer koşullardaki herkesin yolunu tanımlıyor. Yabancılaşma, bu çağın ortak özelliği. Sadece yürüdüğümüz yola değil, kendimize de yabancılaşma. “İçimdeki boşluğun etrafında dolaştım/ Düşmemek için” dizelerinde de aynı şey geçerli. Hangimiz düşmemek için içimizdeki boşluğun etrafından dolaşmaya çalışmıyoruz ki? Düşmemeyi başarabiliyor muyuz peki? Orası muamma!

Yara ortak. Aslında direnç de! Hepimiz, aldığımız yaraları sahiplenmiyoruz ama bu yaradan ölmeyi de reddediyoruz. “Beklemeyin, ben ölmeyeceğim bu yaradan” demek, ölmemenin garantisi aslında. Çünkü her şey; ölmek bile, dilde gerçekleşir önce.

İkili ilişkiler için de aynı düzlemdeki çetrefil anlayış geçerli. Herkes, birbirine bakarken “Git gide büyüyen uçuruma bakıyorum” diyor artık. Demese, dile getirmese bile, hissettiği şey bu. “Sen bana eğil ve hiç doğrulma/ Sen beni düş ve bana sakın beyaz kalma” çağrısı, aslında aşkın, günümüzdeki izdüşümü. Dahası var. “Kalbin kalbe karşı olduğuna inanan var mı hala/ Sana yalan söylüyor olmam adli bir vaka” desek, kim inanmaz ki buna?

İnsan nedir günümüzde, kendi kaygısıyla konuşandan başka! Kaygı, çağın en büyük handikabı ve insanın yeni trajedisi kaygı. O yüzden, “Dönüp durarak bir çukurun başında/ Kaygımla konuşarak” dizelerini önemsiyorum. Bu, gündelik hayatın özeti aslında. Yaşamak, bir çukurun başında insanın kendi kaygısıyla konuşmasından başka bir şey değil artık. Çukur, dışsal değil, içsel bir çukur burada. Bir çukurun başında dönüp durmak kavramı, bir başka şiirdeki “İçimdeki boşluğun etrafında dolaştım” dizesiyle bağdaşıklık gösteriyor. Çukuru, içimizdeki boşluk olarak anlıyorum. Kendi kaygısıyla konuşarak bir çukurun başında (içindeki boşluğun etrafında) dönüp duran insan, düşmemek için neye tutunuyor peki, nasıl bir ipe? “İp gereceğim boydan boya, iskeletleri asacağım/ Hep aynı ritmik hareketlerle/ Ayin gibi, taşları yıkayarak/ Kendimden intikam alıp nefes nefese kalacağım” dizeleriyle karşılaşıyoruz hemen ardından. (İçimizdeki) çukura düşmemek için tutunabileceğimiz tek ip, üzerinde iskeletler asılı bir ip! Ve nefes nefese kalmak, bir yanıyla direnç göstermeyi, düşmemeye çalışmayı imliyor ancak bu durum bile insanın kendisinden intikam almasıyla mümkün, ne yazık ki. Yeni insanın trajedisi diyebilir miyiz buna? Bence diyebiliriz.

Elden ne gelir öyleyse, bu trajediyle uzlaşmak ya da hesaplaşmaktan başka. Ya sırtımıza saplanmış bıçağı affetmeye çalışacağız ya da namludan fırlayacağız, nereye, ne hızla saçılacağımıza bakmaksızın. “Sırtımdaki bıçağı affetmenin yolunu arıyorum anne” dizesiyle bu seçeneklerden ilkini, “Dört duvarın ikisine bir pencere, bense pervazlara/ Hayran kaldılar namludan perdeye saçılma hızıma” dizesiyle de ikincisini açık bir biçimde ifade etmiş Gizem Bilkay. Üçüncü bir seçenek olabilir mi peki? Onu da okura bırakmış.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir